gri_mavi - SAĞLIK
   
  Ana Sayfa
  İletişim
  Ziyaretci defteri
  Oyunlar
  Üyelik
  Forum kuralları
  Güzel Sözler
  Anketler
  101 oyunu
  Besyo öğrencileri için ders notları
  => ANATOMİYE GİRİŞ VE TEMEL KAVRAMLAR
  => ANTRENMAN BİLGİSİ
  => ATLETİZM
  => BADMİNTON
  => BASKETBOL
  => CİMNASTİK
  => ÇOCUKLARDA DAYANIKLILIK GELİŞİMİ
  => DAĞCILIK
  => DOPİNG
  => DÜZEN ALIŞTIRMALARI
  => EGZERSİZ NEDİR?
  => Egzersiz Seçimi ve Uygulama
  => EGZERSİZİN YARARLARI
  => ENGELLiLER VE SPOR
  => FİKSTÜR HAZIRLAMA
  => FİZYOLOJİ
  => HALKLA İLİŞKİLER
  => HENTBOL
  => ISINMA
  => MASA TENİSİ
  => REKREASYON
  => SAĞLIK
  => SAĞLIKLI KİLO AZALTMA
  => SPOR SOSYOLOJİSİ
  => SPOR PSİKOLOJİSİ
  => SPOR TARİHİ
  => SPOR VE BESLENME
  => SPOR VE SAKATLIKLAR
  => SPOR KÜLTÜRÜNE GENEL BAKIŞ
  => SPOR, OLİMPİYATLAR, AHLAK VE FAİR PLAY
  => SPORDA RİSK FAKTÖRLERİ
  => TENİS
  => VOLEYBOL
  => YETENEK SEÇİMİ
  => YÜZME
  Üye Girişi
  Gazete
  Günlük fal
  TC Kimlik No Sorgulama

SAĞLIK

SAĞLIK

Sağlık tanımı hemen her yerde ‘hasta olmama’ anlamında, hastalık kavramı ile bağlantılı yani negatif bir mesaj verecek şekilde yapılmaktadır. Buna uygun olarak bugün egemen olan batı tıbbındaki gelişmeler, hep var olan hastalıkların nedenlerini araştırma çabaları sonucunda olmuştur. Özellikle son yüzyıldaki tıp bilimi ve teknolojisindeki gelişmeler sayesinde hastalıklara ilişkin engin bir bilgi birikimi sağlanmıştır. Bu bilgi birikimi doğrultusundaki örgütlenmelerin ve verilen sağlık hizmetlerinin ne derece sağlıkla ilgili olduğu üzerinde durmaya değer bir konudur. Çünkü, aslında bu hizmetler büyük ölçüde hastalıkların, hatta hasta olan kişilerin tedavisi ile nedeni bilinen bazı hastalıkları önleme çabalarından başka bir şey değildir.

 

 

 

Tıptaki gelişmeler bazı hastalıkların nedenlerini açıklayıp tedavi etse de bunların yerine yeni ölüm nedenleri çıkmakta ve dünyanın pek çok gelişmiş ülkesinde artık insanlar bulaşıcı hastalıklardan değil de örneğin kalp-damar hastalıklarından, kanserlerden, yaşam biçimlerine bağlı sorunlardan, çevre kirliliğinden ya da yoksulluğa bağlı hastalıklardan ölmektedir. Bu durum karşısında pek çok ülke sağlık hizmetleri kavramını gözden geçirmektedir. Sağlık hizmetleri ve politikalarının yeni bir şekle kavuşturulması gereği sonucu Dünya Sağlık Örgütü herkesin sağlıklı yaşaması için gerekli olan hedefleri ve stratejileri tanımlamıştır. Bu hedef ve stratejilerin en belirgin yönü sağlığın geliştirilmesi anlamında pozitif mesajlara yer verilmiş olmasıdır.

 

 

 

Modern batı tıbbının  felsefesini inceleyen bazı yazarlara göre sağlık kavramının hastalık kavramına bağımlı olarak tanımlanması yanlıştır. Sağlık ve hastalık birbirinin simetriği olamaz, çünkü pek çok hastalık var iken bir tek sağlık bulunmaktadır. Bu nedenle insanların hastalıklarının nedenlerini bulmak ve hastalıklarını tedavi etmenin yanısıra ve belki de bundan daha önemli olan sağlıklı olmanın temellerini tanımlamak ve sağlığı geliştirici çabalar harcamaktır.

 

 

 

Özellikle son yüzyıldaki sağlık istatistikleri incelendiğinde örneğin bulaşıcı hastalık görülme sıklığı ve ölümlerinin bile tıptaki gelişmelerden oldukça bağımsız olarak azalmış olması yeni çıkan hastalıklardan çevreye ilişkin etkenler ile yaşama biçimlerinin sorumlu olması, sağlık-hastalık kavramlarının yeniden ele alınmasını zorunlu hale getirmiştir.

 

 

 

Artık tıp ve sağlık bilimlerinde biyolojik paradigmanın yerini sosyolojik paradigma almaya başlamıştır. Modern batı tıbbının dayandığı biyomedikal yaklaşımın yetersiz kaldığı görülmekte, yerine psikososyal ve ekolojik bir yaklaşımın gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Aslında batı tıbbının kaynağını oluşturan Hipokratik düşünce ile doğuda gelişen geleneksel Çin tıbbının temelinde zaten benzer bir yaklaşım yüzyıllardır bulunmaktadır.

 

 

 

Hipokratik yaklaşıma göre sağlık ve iyilik hali, insanın çevresindeki ısı, toprak, yiyecekler ile kendisine ait olan yeme-içme alışkanlıkları, cinsel yaşam, çalışma ortamı gibi bir dizi özel şartlar arasındaki dengeden oluşmaktadır. İnsanın çevresi ile etkileşimine bağlı olarak kurulan iç dengesi dört sıvı ile (kan, balgam, sarı safra ve siyah safra) kendini göstermektedir. Bu ilişkiye çok daha önceki dönemde doğuda gelişen geleneksel Çin tıbbında da rastlanmaktadır.

 

 

 

Çin düşüncesine göre insan vücudu birbirini tamamlayan ve çevre ile dinamik denge içinde bulunan bir dizi sistemden oluşmaktadır. Kötü beslenme, yetersiz uyku, yetersiz hareket ve aile içi, toplum içi huzursuzluklar dengeyi bozmakta, hastalıklara neden olmaktadır.

 

 

 

İnsanlık tarihindeki bu bilgilerin bunca geçmişi bulunmasına rağmen özellikle son birkaç yüzyıl içerisinde dünyayı, yaşamı ve insanları açıklama çabalarında mekanik bir yaklaşım egemen olmuştur. Pozitif bilimlerin önem kazanmasıyla evren, tüm canlılar ve insan vücudu bir makina gibi ele alınmış, işleyiş mekanizmaları matematik kuralları ile açıklanmaya çalışılmış, insanın çevresi, zihni ve bedeni ile olan bütünlüğü göz ardı edilmiştir. Başka bir deyişle hastalıklar bir tür makine olan insan vücudunda makinenin arıza yapması, hekimin görevi de bu makineyi tamir etmek olarak algılanmaya başlanmıştır.

 

 

 

Çağdaş filozoflardan Foucault’ya göre modern tıbbın en büyük yanılgısı insan vücudunu, dokularını ve hücrelerini incelerken üç boyutlu olarak ele almasıdır.

 

 

 

Bugün artık insan sağlığı ile hastalıkları açıklamada biyolojik ve mekanik yaklaşımın çok yetersiz kaldığı, sağlıkla ilgili neden-sonuç ilişkilerinde matematiksel modellerin işe yaramadığı bilinmektedir. Halen egemen olan Galilean yaklaşıma göre bile neden-sonuç ilişkisini çok basit olarak en az dört farklı biçimde ele almak gerekmektedir. Buna göre bir neden için gereklilik ve yeterlilik söz konusudur. Oysa bir sonucun ortaya çıkması için bir neden (1) hem gerekli hem de yeterli, (2) gerekli ama yetersiz, (3) gereksiz ama yeterli, (4) hem gereksiz, hem de yetersiz olabilir. Hastalık oluşumu için (1)’e uygun olarak hem yeterli, hem de gerekli nedenleri bugünkü tıp bilimi ne yazık ki, kolaylıkla bulamamaktadır.

 

 

 

Neden-sonuç ilişkisinin göreceli olarak en kesin olduğu enfeksiyon hastalıklarında bile, enfeksiyon etkeninin vücutta bulunması her zaman hastalığa neden olmamaktadır. Etkenin neden olduğu hastalığın ortaya çıkması için kişinin bağışıklık durumunun ve bunu etkileyen beslenme durumunun önemi vardır. Öte yandan örneğin beslenme durumu kişinin ekonomik ve eğitim durumu ile ve eğitimi ile yakından ilişkilidir.

 

 

 

Tıp bilimi açısından umutsuz olan ve ölmesi beklenen bazı kanser vakalarının yaşamayı sürdürmesini, bilimsel olarak kurtarılmış kişilerin ise aniden ölmesini açıklamak hayli zordur.

 

 

 

Son yıllarda önemli bir sağlık sorunu haline gelmiş olan kalp-damar hastalıklarının temelinde yüksek kan basıncı, aşırı kilo, yüksek serum kolesterolü, sigara içme alışkanlığı ve fizik egzersiz eksikliği gibi çeşitli etkenlerin bulunduğu gösterilmiştir.

 

 

 

ABD’de yapılan 9 yıllık bir izlem araştırmasında tüm nedenlerden dolayı olan ölümlerin sigara içme, alkol alımı, fiziksel aktivite eksikliği, aşırı kilo ve günde 8 saatten daha az uyku gibi yaşam biçimleri ile yakından ilişkili olduğu saptanmıştır. Aynı araştırmada ölümlülük ile sosyal bağların yaygınlığı ve bu bağların niteliği arasında da önemli ilişki bulunmuştur.

 

 

 

Tüm bu bulgu, bilgi ve gözlemler sağlık ve hastalık kavramlarının çok değişkenli sosyoekonomik konular olduğunun kanıtıdır. İlk kez 19. Yüzyıl ortalarında ortaya atılan tıbbın sosyal bir bilim sayılması gerçeği artık daha çok taraftar bulmakta ve sağlık konularına bakış açısı değişmektedir.

 

 

 

Bugün yaygın olarak kullanılan sağlık tanımı Dünya Sağlık Örgütü kuruluş yasasında yer alan tanımdır. Buna göre ‘sağlık, sadece hastalık ve sakatlık halinin olmayışı değil, bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir’.

 

 

 

Bu tanımda ‘iyilik’ kavramını açıklama güçlüğünün yanısıra ‘tam’ ın nasıl ölçüleceği cevabı zor olan bir sorudur. Öte yandan sağlığın ‘hal’ olarak görülmesi kişinin görev sorumluluğunu azaltarak statik bir duruma indirgemektedir. Bunlara rağmen tanımda yer alan sosyal iyilik kavramı önemli bir gelişme olarak görülmelidir.

 

 

 

Sağlık kavramını tanımlamaktan öte iyi anlayabilmek için sağlığı olumlu yönde destekleyen çeşitli etkenler (sağlık kaynakları) ile olumsuz yönde etkileyen koşullar ve etkenleri (sağlık riskleri) tanımak gerekir. Belli başlı kaynak ve riskler aşağıdaki tabloda özetlenmiştir. 

 

 

 

Sistem                                                  Sağlık Kaynakları                                                             Sağlık Riskleri                                   

İnsan

  Biyolojik sistem                                  İyi beslenme, bağışıklık durumunun iyi olması     Kötü beslenme, enfeksiyonlara yatkınlık

 

 

 

  Algılama sistemi                                  Ego bütünlüğü, yeterli sağlık bilgisi,                      Yanlış bilgilenme ve uygun olmayan

 

 

 

                                                               pozitif sağlık tutumları                                          sağlık tutumları                                     

 

 

 

 

Davranışlar

  Alışkanlıklar                                        Sağlığa uygun alışkanlıklar                                     Sigara, alkol, aşırı yeme, az egzersiz

 

 

 

  İş                                                          Doyurucu ve stressiz iş                                        Aşırı çalışma, stresli ve tehlikeli iş

 

 

 

  Dinlenme                                             Yeterli uyku ve dinlenme                                      Yetersiz uyku ve yorgunluk                 

 

Sosyokültürel Sistem

  Sağlık kültürü ve ugulamaları               Sağlıkla ilgili norm, değer, inanç ve yaşam             Sağlıkla ilgili norm, değer, inanç ve

 

 

 

                                                               biçimlerinin uygunluğu                                          yaşam biçimlerinin uygunsuzluğu

 

 

 

  Sosyal bağlar                                        Sosyal bağların güçlü olması                                  Sosyal izolasyon, destek eksikliği

 

 

 

  İş organizasyopnu ve meslek              İş imkanı, olumlu iş ortamı, iş doyumu                 İşsizlik, iş stresi, iş doyumsuzluğu

 

 

 

  Sağlık hizmetleri, okullar ve                 Yeterli ulaşılabilir sağlık bakımı ile sosyal             Yetersiz yada ulaşılamaz sağlık-sosyal

 

 

 

  Sosyal kurumlar                                   hizmet, sağlık eğitimi                                             hizmet, eğitimsizlik

 

 

 

  Sosyo ekonomik yapı                          Yeterli gelir, sosyal güvence                                  Kaynak yokluğu, eksikliği ya da

 

 

 

                                                                                                                                             Dengesiz dağılımı                                  

 

 

 

 

Fiziksel-Biyolojik Çevre

  Fiziksel kaynaklar                               Yeterli yiyecek, güvenilir tüketim malları             yetersiz yada sağlıksız gıda, içki, sigara

 

 

 

ve ilaçlara kolay ulaşabilme

 

 

 

  Mikro çevre                                         Uygun barınma ve iletişim, güvenli içme               Uygunsuz barınma, kalabalık, tehlikeli

 

 

 

suyu ve ulaşım, atık kontrolü                                              trafik koşulları

 

 

 

  Makro çevre                                        İyi iklim, korunan doğal çevre                               Çevre kirliliği, doğanın tahribi               

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Araştırmalar toplumdaki sağlık problemlerinin çok az bir kısmının hekimlere yansıdığını göstermektedir. Bu oran Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre %10 civarındadır. Geriye kalan %90 ise sağlık sorunlarına kendi imkanlarını kullanarak çözüm bulmaktadır. Sosyoekonomik düzeyin düşük olması, herhangi bir hastalık nedeniyle işsiz olmak, yalnız yaşamak dinsel aktiviteler açısından pasif olmak gibi bazı faktörlerin insanların sağlık hizmeti alma oranlarını artırdığı gösterilmiştir. Diğer taraftan yüksek sosyoekonomik sınıftaki insanların daha az şikayetleri olmasına rağmen hekime başvurma oranlarının daha fazla olduğu, oysa düşük sosyoekonomik sınıftakilerin daha fazla sağlık sorunlarının olmasına rağmen kendilerini hasta kabul etmedikleri ve hekime başvurmadıkları gösterilmiştir.

 

 

 

Şikayetlerin türü de hekime başvurma oranlarını etkileyen bir faktördür. Örneğin kendini bitkin hissetmek çoğu kez hekime başvuru nedeni olmazken göğüs ağrısı durumunda hekime başvurma oranı daha fazla olmaktadır. Bu konuyla ilgili bir araştırmanın sonuçları aşağıdaki tabloda görülmektedir:

 

 

 

Çeşitli semtptomların varlığında hekime başvurma oranları                    :

 

 

 

Semptom                                                    Hekime başvurma oranı

Enerji değişikliği                                          456’da 1

 

 

 

Başağrısı                                                      184’de 1

 

 

 

Mide şikayetleri                                           109’da 1

 

 

 

Bel ağrısı                                                       52’de 1

 

 

 

Bacaklarda ağrı                                           49’da 1

 

 

 

Duygusal/psikolojik                                     46’da 1

 

 

 

Karın ağrısı                                                   29’da 1

 

 

 

Adet düzensizliği                                         20’de 1

 

 

 

Boğaz ağrısı                                                 18’de 1

 

 

 

Göğüs ağrısı                                                 14’de 1

 

 

 

 

 

 

 

İngiltere ve ABD’deki bazı çalışmalarda erişkinlerin %50 ila 80’inin eczanelerden reçetesiz ilaç aldıkları saptanmıştır. Eczanelerde yapılan başka bir araştırmada eczanelere reçete ile gelen 100 hastanın yanında yaklaşık 20 hastanın da reçetesiz olarak özellikle üst solunum yolu enfeksiyonları, mide ve bağırsak şikayetleri, ağrı ve vitamin kullanımı konusunda ilaç talebinde bulundukları gösterilmiştir.

 

 

 

İnsanların sağlık sorunlarına kendi kendilerine buldukları çözümler her zaman ilaç kullanımıyla ilgili olmayabilir. Arkadaşlarıyla konuşmak, alışverişe çıkmak, gezintiye çıkmak, yemek veya ev işi yapmak veya bahçe işleriyle uğraşmak gibi sosyal ve bireysel faaliyetler de sağlık kaynakları arasında sayılmalıdır.

 

 

 

İnsanlar sağlık sorunlarını çoğu kez ilk olarak aile bireyleri, arkadaşları, komşuları gibi sağlıkla ilgili olmayan kişilere danışırlar. Sağlık problemleri bu kaynaklarla çözülebileceği gibi bazen de sağlık personelleri bir sonraki aşama olarak tercih edilebilmektedir. Aslında bütün toplumların sosyoekonomik durumlarından bağımsız olarak bu türden kaynakları mevcuttur. Ancak sanayileşme arttıkça bu kaynaklar da azalmaktadır. Bu durum sanayileşmiş toplumlarda hekimlere başvuru oranının daha yüksek olmasının da bir izahı olabilir.

 

 

 

Halk hekimleri ve alternatif tedavi uygulayıcıları da birçok toplumda vardır. Etkinliği bilimsel olarak ispatlanmamış olabilen ve çoğunlukla tıbbi eğitim almamış kişiler tarafından uygulanan bu tedaviler yine de halkın ilgisini çekmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

HASTALIK

Hekimlerin en önemli görevleri hastalıkları ve insanları tanımaktır. Hasta olan insanı anlamadan hastalığı anlamak mümkün değildir. Hasta ve hastalık kavramları birbirinden bağımsız olarak değerlendirilemez. Hastalığı anlamamız bilim ve teknoloji sayesinde kolaylaşmıştır. Ancak bilim ve teknoloji her birinin farklı bir hayat hikayesi, duyguları, değerleri ve ilişkileri olan hastaları anlamamıza yetmez. Bilim, hastalığın birey için hangi anlama geldiğini ve ne kadar önem teşkil ettiğini de anlamamıza pek yardımcı olamaz. Sebep-sonuç ilişkilerine dayalı ve hastalık merkezli eğitim günümüz hekimlerinin hastalıkları algılama biçimleri ile insanların hastalıkları tecrübe etme ve yaşamaları arasında bir uçurum oluşturmuştur. Bu nedenle hastaların kaleme aldıkları hastalık tecrübelerinde genelde hekimlere yönelik sitem ve şikayetler ön plana çıkmaktadır. Hekimler olarak hastaların yaşadıklarına ve tecrübelerine değer vermeyi öğrenmeliyiz. Her şeyden önce hastalarımızı dinlemesini öğrenmeli ve bizden ne istediklerini anlamaya çalışmalıyız.

 

 

 

Sağlık tanımında yer alan ‘hastalık hali’ üzerinde de durmak ve açıklık getirmek gerekir. Hastalık halini en azından üç farklı açıdan ele almak mümkündür.

 

 

 

  • İlk olarak tıp bilimi açısından hastalık vücuttaki çeşitli organlara ilişkin ölçülebilen, objektif bazı belirti ve bulgularla tanımlanabilen bozukluklar anlamına gelir.

     

  • İkinci olarak kişi açısından hastalık, subjektif bir durumdur ve bedende ya da ruhsal durumdaki olağan dışı değişiklik ve hisleri, rahatsızlıkları ifade eder.

     

  • Son olarak hastalık kendisini hasta hisseden ya da hekim tarafından hastalık tanısı konulmuş olan kişiden beklenen davranış biçimi, bir tür sosyal roldür. Nitekim hastalık halinin ifadesi için başka dillerde birden çok sözcük kullanılmaktadır (İngilizcedeki disease, illness, sickness gibi).

     

Hastalık kavramının özellikle kişi açısından taşıdığı anlam önemlidir. Çünkü kişinin sağlık hizmetinden yararlanabilmesi için onu hizmet aramaya yönelten normal dışı bir durumun olması gerekmektedir. Her insanın kendisini bir algılama biçimi, buna uygun olarak ta bir sağlık ve hastalık anlayışı vardır. İnsanların bedenleri ya da ruhsal durumlarındaki normal dışı belirti ve duygulara gösterdikleri tepkiler oldukça farklı olabilmektedir. Bu farklılık kişinin içinde bulunduğu kültürün sağlık ve hastalık anlayışı ile sağlık konusundaki bilgi düzeyinden kaynaklanmaktadır.

 

 

 

Bir genelleme yapmak gerekirse, hemen her kültürde kendisini iyi hissetmeyen bir insan önce iyilik halini bozan belirti ya da bulgunun nedenini kendi kendine açıklamaya çalışır. Daha sonra yakın çevresindeki güvendiği kişilere açılır ve onların görüşünü alır. Bundan sonra eğer normal olmayan durumunun bu konuda uzman bir kişiden yardım istemeyi gerektirdiği sonucuna varır ise, sağlıkla ilgilenen bir uzmana başvurur.

 

 

 

Özetle, insanın kendisinin hasta olduğuna karar vererek hizmet talebinde bulunması 3 aşamalı bir süreçtir. Bu sürecin işlemesi kültürden kültüre, kişiden kişiye farklılık gösterebilmektedir. Bazı toplumlarda ağızda çürük diş bulunması bir hastalık kabul edilip hekime başvurmayı gerektirir iken, başka bazı toplumlarda ise diş hekimlerinin bile kendilerindeki çürük dişlere aldırış etmemesi bunun tipik bir örneğidir.

 

 

 

ABD’de farklı kültürlerin tıbbi açıdan aynı isimle adlandırılan belirtiler karşısındaki tepkilerinin incelendiği bir çalışmada eski kuşak amerikalıların araştırıcıların beklediği tepkiyi gösterdiği, öte yandan Yahudi ve ülkeye yeni girmiş İtalyanların aşırı tepki, İrlandalıların ise hiç tepki göstermediği görülmüştür. Belirtiler kaybolduğunda Yahudi ve İtalyanlar arasında da farklılık ortaya çıkmış, İtalyanlar belirtilerin kayboluşuna sevinirken, Yahudiler karamsar kalmıştır. Araştırıcılar bu farklılıkların temelinde kültürel farklılıkların yani sağlık ve hastalıkla ilgili bilgi, tutum ve inanç farklılıklarının bulunduğu sonucuna varmıştır.

 

 

 

İnsanlardaki hastalık davranışını açıklamaya yönelik pek çok model geliştirilmiştir. Bunlardan birisine göre kendisini iyi hissetmeyen bir kişi kendi kendine bir dizi soru sormakta ve bu sorulara verebildiği yanıtlar çerçevesinde hasta olup olmadığı sonucuna varmaktadır.

 

 

 

Bu sorular:

 

 

 

1.Ne oldu?

 

 

 

2.Neden oldu?

 

 

 

3.Neden bana oldu?

 

 

 

4.Neden şimdi oldu?

 

 

 

5.Eğer hiçbir şey yapmazsam bana neler olabilir?

 

 

 

6.Eğer hiçbir şey yapmazsam çevremde ne gibi sonuçlar ortaya çıkar?

 

 

 

7.Ne yapmalıyım ya da kimden nasıl yardım almalıyım?

 

 

 

 

 

 

 

Başka bir yaklaşıma göre hasta olmanın nedenleri kişinin iç dünyası ve bedeni ile dışarıdaki dünyalar arasındaki bir etkileşimden kaynaklanmaktadır.

 

 

 

Bu modele göre hasta olmak için:

 

 

 

1.İnsandan kaynaklanan

 

 

 

2.Doğal dünyadan kaynaklanan

 

 

 

3.Sosyal dünyadan kaynaklanan

 

 

 

4.Doğaüstü dünyadan kaynaklanan etkenler söz konusudur.

 

 

 

Bu etkenler tek tek etkili olabileceği gibi birkaçı birlikte de etki ederek sağlığın bozulmasına ve kişinin kendisini hasta hissetmesine neden olabilmektedir. Kuşkusuz kendisini hasta (İngilizce: ill) hisseden her insanın tıbbi anlamda hasta (İngilizce: disease) olması gerekmediği gibi sağlıklı hisseden her insanın da tıbbi açıdan sağlam olması gerekmemektedir.

 

 

 

Örneğin kan kolesterolü ya da kan basıncı yüksek olduğu halde herhangi bir yakınması olmadığı için kendisini sağlıklı sayan pek çok insan vardır. Öte yandan bir takım belirtiler nedeni ile hasta olduğunu öne sürdüğü halde tıbbi açıdan hiçbir olumsuz bulgusu bulunmayan insanlar da olabilmektedir.

 

 

 

İnsanların hastalık anlayışına bağlı olarak sağlık hizmetlerinden yararlanma durumları da doğal olarak farklılık göstermektedir.

 

 

 

HASTA ROLÜ ve HASTALIK DAVRANIŞI

Bir hekime başvurmuş ve hasta olarak tanımlanmış olan kişi artık toplumda özel bir rol işgal etmeye başlar. Hasta rolündeki kişinin bazı sorumlulukları ve öncelikleri vardır. Bu kişinin profesyonel yardım araması ve iyileşmek için her yolu denemesi beklenir.

 

 

 

Hastalık davranışı belirli bir şikayetin farklı insanlar tarafından farklı algılanması, değerlendirilmesi ve aksiyonda bulunması (veya bulunmaması) olarak tanımlanır. Kişilerin hasta rolüne girip girmeyeceklerini ve bir hekime başvurup vurmayacaklarını hastalık davranışı belirler.

 

 

 

Hastalık ve hastalık davranışını ayırt etmenin önemini şu örnekten anlayabiliriz: irritabl kolon sendromu olarak bilinen bağırsak hastalığı nedeniyle hekime başvuranlarda beraberinde psikolojik belirtilerin de olduğu bilinmektedir. Oysa toplumda yapılan ve hekime başvurmayan insanları da kapsayan taramalarda irritably bağırsak sendromlu kişilerin psikolojik olarak normal insanlardan farklı olmadıkları gösterilmiştir. Buradan anlaşılacağı gibi hastalık davranışını anlamak hekimin hastasına yaklaşımını değiştirebilir. Bu amaçla hekim kendisine ‘Hasta bana neden geldi?’ sorusunu sormalıdır. Neticede tedavinin amacı şikayetleri yok etmek yerine onlarla yaşaması için hastaya yardımcı olmak olabilir.

 

 

 

Göz problemi nedeniyle kör olacak bir insana tıbbi çareleri veya çaresizlikleri sıralamakla hekimin görevi sona ermemelidir. Bu konuda hastaların hissettiklerini hasta rolüne girmek zorunda kalan hekimler daha iyi anlamaktadırlar. Makula dejenerasyonu (gözün ağ tabakasının hasarı) nedeniyle görmesini kaybeden Dr. DeWitt Stetten (1981) şöyle demektedir: ‘hastalığım süresince bunca tecrübeli ve yetenekli göz uzmanı ile karşılaşmama rağmen hiç birisi bana yaşam kalitemi artıracak yollar ve yardımcı araçlardan söz etmedi.’ Dr. Stetten zamanla yazıları büyüterek TV ekranına yansıtan bir cihazı, konuşan saati ve yazıları okuyup sese dönüştüren bir bilgisayar programını keşfetmiş; ancak bunların hiç birisinde göz uzmanlarının katkısı olmamış.

 

 

 

HASTALAR AÇISINDAN HASTALIK

Sağlıklı insanlar genelde sağlıklı olduklarının bilincinde değildirler. Mevcut fonksiyonlarının varlığı konusunda pek düşünmezler. Örneğin yazı yazarken yazma işleminin koordinasyonunda rol alan beyin, kas, kemik ve sinirlerin işleyişi doğal olarak sağlıklı insanların aklına gelmez. Ancak hastalar için durum farklıdır. Onlar vücutlarının sınırlılıklarını ve işlevlerini çok daha fazla düşünürler. Önceleri farkında olmadan yaptıkları aktiviteleriyle ilgili düşünmek zorunda kalırlar. Merdivenleri çıkabilecekmiyim? Otobüse binip alışverişe gidebilecekmiyim? Gibi soruları kendilerine sorarlar. Farkında olmadan gerçekleştirilen fonksiyonlar bilinci kaplamaya başlar. Gerçek dünya ise arka plana itilir. Her zaman ‘ben’ olarak bahsedilen, benliğin bir parçası olan vücut artık bir yabancı olarak algılanmaya başlar.

 

 

 

Hastalık hekimler için vücut fonksiyonlarının bozulmasını ifade ederken hastalar için dünyadaki var oluşlarının bozulması olarak algılanır. Hekimler olarak bunun bilincinde olup hastaları arızalanmış birer biyolojik makine olarak algılama hatasına düşmemeliyiz.

 

 

 

IZDIRAP

Hekimler ızdırap çekmeyi ağrı ve hastalıkla eş anlamlı görme meylindedirler. Bir ağrının veya hastalığın ne kadar ızdıraba yol açtığı birçok bireysel faktöre bağlıdır. Eğer ağrı süregen ise, sebebi bilinmiyorsa ve hasta bu ağrının kontrol edilemeyeceğini düşünüyorsa ızdırap daha fazla olacaktır. Ayrıca ağrıya yol açan neden fiziksel olarak gösterilememişse hekim veya hasta yakınlarının ağrının gerçekliğinden şüphe etme ihtimalleri olduğundan daha fazla ızdırap oluşacaktır.

 

 

 

Benliğin maruz kaldığı hasarın ne kadar ızdıraba yol açacağı benliğin nasıl algılandığına da bağlıdır. Örneğin ağır bir beden işçisi fiziksel olarak engel oluşturacak bir hastalıktan aşırı ızdırap duyarken masa başında çalışan birisi için aynı hastalık daha kabul edilebilir olabilir. Hiç çocuğu olmayan genç bir bayanın rahminin alınması ile orta yaşta bir bayanın rahminin alınması birincide çok daha fazla yıkım ve ızdırap oluşturabilir.

 

 

 

Izdırap, suçluluk duygusuyla birlikte olduğunda daha da artar. Sevilen bir yakının hastalanması ve kişinin bu hastalık karşısında çaresiz olması, özellikle de kendisini hastalıktan sorumlu görüyorsa çok şiddetli ızdıraba yol açabilir. Bu, çocukların hastalanması halinde ebeveyinlerin genellikle karşılaştıkları bir durumdur.

 

 

 

İnsanların ne kadar ızdırap çektiklerini ancak kendilerine sorarak anlayabiliriz. Hekimler olarak yaptığımız önemli hatalardan birisi ızdırabı ağrı boyutuna indirgememiz ve diğer yönlerini ihmal etmemizdir.

 

 

 

 

 

 

 

KOMPLEMENTER (DESTEKLEYİCİ) TEDAVİ METOTLARI

 

 

 

İnsanlar tarih boyunca çeşitli hekimlik uygulamaları geliştirmişlerdir. Bunlardan bazıları binlerce yıllık geçmişe sahiptirler. Bazıları ise eski metotların iyileştirilmesi ve geliştirilmesi ile oluşmuştur. Dünyanın birçok yerinde özellikle modern tıbbın çözümlemede zorlandığı konularda bu tedavi metotları devreye girmektedir.  “Alternatif tedavi metotları” olarak ta bilinen bu tedavi metotları aslında herhangi bir başka yönteme alternatif olarak ortaya çıkmış değildirler. Bunlar zaten eskiden beri var olan metotlardır. Bu nedenle “Komplementer tedavi” veya “Destekleyici tedavi” ifadelerini kullanmak daha uygundur. Bu tedavi metotlarının bir özelliğinin de doğada var olan kaynaklar kullanılarak yapılmaları yani sentetik ilaç ve benzeri maddelerin kullanılmaması olduğundan “Doğal tedavi metotları” olarak ta adlandırılabiliriler.

 

 

 

Her ülkenin kendine özgü doğal tedavi metotları vardır. Türk halkı arasında daha çok bitkilerle tedavi yaygındır. Yeryüzünde yaklaşık 1 milyon bitki türünün olduğu tahmin edilmektedir. Dünyada halen 15 bin civarında bitki tedavi maksadıyla kullanılmaktadır ve bu sayı giderek artmaktadır. Dünya sağlık Örgütü’ne göre 2000 civarında bitki en az 5 farklı ülkede tedavi amacıyla kullanılmaktadır. Türkiye’de halk arasında tedavi için kullanılan bitki sayısı 500 civarındadır. Halk arasında sık kullanılan bazı bitkiler ve inanılan yararları şöyledir: sarımsak (antiseptik, idrar artırıcı, solucan düşürücü, iştah açıcı, tansiyon düşürücü), susam (şeker hastalığı, kabızlık), meyan kökü (balgam sökücü), palamut (ishal), ıhlamur (idrar artırıcı, yatıştırıcı), papatya (iştah açıcı, yatıştırıcı, gaz giderici, ağrı kesici), limon kabuğu (uyarıcı), anason (gaz giderici, iştah açıcı, uyku verici, süt artırıcı), kereviz (prostat hastalıkları, adet söktürücü), incir yaprağı (basur, çıban), soğan (antibaktriyel, bağırsak hareketlerini artırıcı, tansiyon düşürücü, kalp kuvvetlendirici), ebegümeci yaprağı (solunum ve sindirim siteminde koruyucu, yara iyileştirici), nane (mide bulantısı, gaz), ısırgan (kanser), söğüt yaprağı (ateş düşürücü).

 

 

 

Bazı ülkeler halk tababetine ilgi göstermezken Japonya, Çin ve Hindistan gibi ülkeler bu birikimleri sistematik hale getirmiş ve bilgi, kültür ve hammadde olarak ihraç etmektedirler. Bu tedavi metotları zamanla Batı dünyasına da yayılmıştır. Akupunktur, ayurveda, bitkisel tedavi, biyoenerji, aromaterapi, homeopati bunlardan bazılarıdır.

 

 

 

Akupunktur
Akupunktur, latince iki kelimeden oluşmaktadır. "Iğne" anlamına gelen "acus" ve "batırmak" anlamına gelen "puncture" kelimeleri birleştirilerek, iğneyle tedavi anlamına gelen yeni bir kelime meydana getirilmiş.
Akupunktur tedavisi, 5-10 bin yıl önce Çin’de ortaya çıktığı düşünülüyor. Ingilizlerin yapmış oldukları arkeolojik bir araştırmaya göre, bu tedavi metodunu Uygur Türkleri ilk defa sağlıkta ciddi bir yöntem olarak kullanmışlardır. Akupunktur öğretisine gore vücutta chi denilen bir yaşam enerjisi vardır. Chi 12 adet ana meridyende bütün vücudu dolaşır. Dış veya iç faktörlere bağlı bu enerji akışında bir aksama olması halinde hastalıklar ortaya çıkar. Enerji akışını yeniden düzenlemek için meridyenler üzerindeki çeşitli noktalara iğne batılarak uyarıda bulunulur. Günümüzde Avrupa ve ABD’de eğitimi verilen ve batı tarzı tıp anlayışına uygun yeni metotları geliştirilen bu tedavi Çin’li hekimler için dünyaya açılma vesilesi olmuş ve halen de birçok akupunktur malzemesi Çin tarafından üretilmekte ve Türkiye dahil bütün dünyaya pazarlanmaktadır.

 

 

 

Ülkemizde resmi otoritelerin tanıdığı ve onay verdiği tek komplementer tedavi metodu akupunkturdur. Sağlık Bakanlığında Akupunktur Üst Kurulu bulunmaktadır ve çeşitli üniversitelerdeki öğretim üyeleri, dernekler ve Bakanlık işbirliği ile belli aralıklarla eğitim verilmektedir.

 

 

 

Ayurveda
Ayurveda, çok eski bir tedavi sistemidir. Bazı bilginler, var olan en eski tedavi metodu olarak ayurvedayı kabul etmektedirler. Ayurvedik bilgiler tabiat, varlığın yaşadığı çevre ve yaşamın gayesiyle ilgili bilgileri kapsamaktadır. İlk defa Hindistan’da ortaya çıktığı düşünülmektedir. Günümüzde ayurveda Hindistan’ın bir sektör durumundadır. Bu tedavi Hindistan’ın bütün dünyaya bilgi, kültür, inanç ve bitkisel hammadde ihrac aracı haline gelmiştir. Öyle ki, Hindistan’dan bütün Avrupa ve Amerika’ya eğiticiler gönderilmekte ve hasta ve öğrenciler eğitim ve turistik amaçla Hinsdistan’a götürülmektedir.

 

 

 

Ayur hayat, Veda ise bilgi anlamındadır. Ayurveda kelimesini “hayat bilgisi” şeklinde anlayabiliriz.

 

 

 

Ayurveda, insanı tek yönlü değil, tüm organlarıyla, dokularıyla, fiziksel bedeniyle, ruhsal yapısıyla, bilinç düzeyiyle ve yaşadığı ortamla birlikte ele alır. Vücüdun herhangi bir organında beliren rahatsızlık sadece o organı değil, bütün vücudu etkiler.

 

 

 

İnsanlar dış dünyayla olan ilişkilerini duyuları aracılığıyla sağlar. Ayurveda hastalıkların tedavisinde beş duyuyu kullanır. Yiyecekler ve içecekler, aroma ve kokular, masaj, güzel, tabii ve huzur verici ortamlar ve doğanın sesleri tedavide önemli rol oynar.

 

 

 

Bu tedavi metodunda insanlar vücut tiplerine gore 3 ana kategoriye ayrılırlar: vata, kapha ve pita. Her vücut tipinin kendine özgü ihtiyaçları ve riskleri vardır. Vücut tipi belirlendikten sonar kişilerin yatkın oldukları hastalıklar tahmin edilir ve hastalanmamaları için neler yapmaları gerektiği önerilir.

 

 

 

Okuma Parçası:
Dünyada Alternatif ve Komplementer (Tamamlayıcı) Tedavi Metotları
Tüm Dünyada gereksiz ilaç tüketimi sağlık harcamalarının önemli bir miktarını oluşturmaktadır ve bütün ülkeler, bu konuda, alternatif çözüm arayışları içine girmişlerdir. Son yıllarda birçok gelişmiş ülkede bitkisel tedaviye, akupunktura ve diğer alternatif tedavi metotlarına olan ilgi giderek artmaktadır. ABD nüfusunun yaklaşık yarısı; tedavi olmak ve sağlıklarını koruyabilmek için alternatif tedavi metotlarını tercih etmektedir. New England Journal of Medicine Ocak 29, 1993 sayısındaki bir makaleye göre; 1990 yılında Amerikalılar alternatif tedavi sunucularına 425 milyon vizitede bulunmuşlardır. Buna karşılık aynı yıl ABD’de birinci basamak sağlık hizmeti veren kuruluşlara 388 milyon vizite yapılmıştır. Bu makalenin yazarı David Eisenberg Amerikalıların 1990’da alternatif tedavilere 13.7 milyar dolar harcadıklarını hesaplamıştır. 1999 yılında ise yaklaşık 30 milyar dolarlık bitkisel ilaç tüketildiği hesaplanmıştır. Bu rakam, ABD’de kalp cerrahisi için harcanan paradan (27 Milyar $) daha fazladır

 

 

 

Amerikanın yanı sıra bütün Avrupa ülkelerinde ve Uzak Doğu Ülkelerinde de, binlerce yıldan beri kullanılan bitkisel ilaçlarla tedavi, akupunktur, tıbbi masaj, bioenerji gibi destekleyici tedaviler çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Özellikle bağışıklık sistemini güçlendirici özellikleri sayesinde; romatizmal hastalıklar, sırt ağrıları, astım, alerjiler, kronik yorgunluk sendromu, uzun zamandan beri devam eden baş ağrıları, migren, boyun fıtığı, bel fıtığı, çeşitli kas hastalıkları, hipertansiyon, uyku bozuklukları, hazım bozuklukları, adet sancıları ve menopoz sorunları, depresyon, anxiete gibi ruhsal gerginliklerde akupunktur ve bitkisel ilaçlarla tedaviler tıbbi tedavilere katkılar sağlamaktadır.

 

 

 

35-70 bin çeşit bitki çeşitli zamanlarda tıbbi amaçla kullanılmıştır. Bitkisel İlaçlar Pazarı (Market of Herbal Medicines) dergisinin raporuna göre ABD ve Kanada’da bitkisel ilaç harcaması; ABD’de %15’lik bir artış hızına ulaşmak üzere 1990 yılında 860 milyon doları bulmuştur. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde 1991’de yapılan bir çalışmada, Avrupa Birliği’nde yaklaşık 1400 bitkisel ilacın tedavi amacıyla kullanıldığı görülmektedir Çin’de geleneksel ilaçlar (bitkisel preparatlar) toplam ilaç tüketiminin %30-50’sini teşkil etmektedir. Japonya’da 1974-1989 yılları arasında geleneksel ilaç tüketiminde 15 kat bir artış olurken sentetik farmakolojik ürünlerde 2.6 katlık bir artış olmuştur. Japonya kişi başına bitkisel ilaç tüketiminde dünyanın en önde gelen ülkesi konumundadır.

 

 

 

Akupunktur da dünyada yaygın olarak kullanjılmakta olan bir doğal tedavi metodudur. 1990 itibariyle Avrupa’da akupunkturist sayısı 88 bin olarak bildirilmiştir (bunların 62 bini tıp doktoru). Halen Avrupa’da sürekli akupunktur eğitimi veren toplam 7800 öğrencisi olan 242 okul mevcuttur. ABD´de yaklaşık 6500 akupunktur uygulayıcısı mevcuttur. Akupunktur, ayurveda ve bitkisel tedavi en yaygın kullanılan doğal tedavi metotlarıdır

 

 

 

Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü (National Institutee of Health) (NIH) alternatif ve komplementer tedavi metotlarını araştırmak için 1993 yılında 2 milyon $, 1999 yılında ise 50 milyon $ harcamıştır

 

 

 

Ülkemizde sadece aktarlarda satılan ve bilimsel olarak tedavi edici özelliklerini koruması için gerekli şartları taşımaktan uzak koşullarda toplanan, kurutulan ve çoğu kez uygun olmayan nem oranlarında muhafaza edilen bitkiler; bu süreç sırasında özelliklerini büyük ölçüde kaybetmektedirler.

 

 

 

Tedavideki ilk prensibin “öncelikle zarar vermemek” olduğunu unutmamalıyız. Bu anlayışla hastalarımızı ve sağlıklı insanları lüzumsuz ilaç ve girişimlerin zararlı etkilerinden korumayı amaçlamalıyız. Yan etkisi en az metotları seçmede hastalarımıza yardımcı olmalı ve yol göstermeliyiz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
   
Bugün 30 ziyaretçi (33 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol